Manevi arınmayı hedefleyen ibadetler için bir illet/gerekçe aramak ve onun üzerinden bir tartışma yürütmek faydasızdır, gerek de yoktur. İbadet, kişi ile Tanrı arasındaki ilişkidir, din ve vicdan özgürlüğü içinde ele alınır. Ancak muamelat ve ukûbat alanı, aklın rehberliğinde kurulur ya da restore edilir. Dolayısıyla insanlığın gelişimiyle de paralellik arz eder. Din, aklî alanı üretemiyorsa, aklı da yok eder ve böylece kendi de yok olur. Nitekim akılcı düşüncenin öncüleri, dinsel düşüncenin içinden çıkmış ve bedel ödemiş Bruno, Galileo, Fra Dolcino gibi din adamları ve düşünürlerdir. Bugün onlar sayesinde bilimsel düşünce geleceğimizi tartışıyor.  Türkiye ise Niyazi Kahveci’nin ifadesiyle “insanlığın aştığı ve geride bıraktığı sihirsel, mitolojik, teolojik ve dinsel konulara gömülmüştür. Oradan bir türlü çıkamamaktadır.

EVRENSEL HUKUK VE ADALET DÜŞÜNCESİ

Elbette dinler, toplum kurallarıyla ilgili önerilerde bulunur, aynı konuda farklı öngörüleri de vardır: Örneğin, öldürme suçuna yönelik ayette kısas söz konusudur, fakat diyet ve af da tavsiyeler arasındadır.  Bu noktada, öldürme suçu ele nasıl alınacak, cezayı kim koyacak, yargılamayı kim yapacak vb. sorular dönemin hukukuyla cevap bulur. Zira asıl müeyyideyi hukukçular ve hukuk felsefesi düşünürleri vaz ederler. Hukuk kuralının meşruiyeti devletten, devletin meşruiyeti ise toplum sözleşmesinden gelir. Dolayısıyla toplumun hukuka olan inancı, kendine olan inancıdır. Toplumun hukuka olan inancını kaybetmesi, kendine olan inancını kaybetmesi demektir ki, bu durum toplumsal düzen ve uyumun altını oyar, devletin meşruiyetini kemirir, bireysel intikam duyguları evrensel hukukun önüne geçer.

AHLAKIN TEMELİ NEREDE YATAR?

Demem o ki; ilahi vasıflarda yetki devri olamayacağına göre, dinin önerdiği (belirli bir kültüre özgü) toplumsal kurallar ilahi kurallar olarak algılanmamalıdır. Burada asıl olan, örneğin suçlunun siyasi otorite ya da hukuk tarafından cezalandırılmasının dinen de meşru olduğudur. Hukuk, dinin önerdiği toplumsal kuralları, ahlak kurallarını, örf ve âdeti dikkate alabilir, lakin tüm bunlar toplumdaki adaletin tesisi için yeterli değildir. Yeterli olsaydı, evrensel ve pozitif hukuk kurallarına ihtiyaç kalmazdı. Hülasa hukuki kuralların müeyyidesi günceldir ve uygulaması devlet eliyledir; teoride adildir ve herkese eşittir. Kişiye özel yasa olmaz. Ahlak kurallarının müeyyidesi de günceldir ama toplum eliyle uygulanır; öte yandan ahlakın soyut temelleri dinden ziyade felsefe ve metafizikte yatar. Dolayısıyla topluma özgü ahlak, uygulamada adil olmayabilir ve herkese eşit bir mahiyet taşımayabilir.

DEĞİŞİMİN GÜCÜ

Dinler, ta’lili konularda, çağın gereksinimlerini ve gelişmeleri dikkate alan bir bakış ortaya koyamadığı sürece yozlaşacak ve yerini fosilleşmiş düşünceler alacaktır. Nitekim böyle de oldu; Müslüman düşünürlerin bunu kompleksiz tartışması gerekiyor. Yaşam, kendi varoluş nedeni olan yenilenmeyi zorunlu kılıyor; değişmeye direnenleri ise yok ediyor. İnsan tabiatı da bundan bigâne değil; dolayısıyla dayatma ister dinden, ister siyasetten, ister muktedirden gelsin, sahte bir boyun eğişle buluşmaktan öteye geçemiyor. İtiraz sadedinde “Müslümanlık bu mudur? denilen her sorunun cevabı tam da bu sahtelik içinde değerlendirilmelidir.  Aklî düşünceye geçmiş bir bireyi bu sahtelikler içinde kimse tutamayacaktır. İnsanlık, tarih boyunca dayatmalarla mücadele vere vere aşamalar kat etti. İslam’ın, bütün zamanlar için geçerli ilkeleri haiz bir dünya görüşü olması; kendini zaman üstü, tarih üstü, topluluklar/cemaatler üstü olarak tanıtması iddiasıyla Müslümanların yüzleşmesi lazım. Devam edeceğiz.