Pandemiden beri lezzet mekanlarını hiç konu etmedim. Çünkü gitmedim.

Hâlâ da gittiğim söylenemez.

Geçenlerde, saklandığım yerden başımı çıkartıp, damağına güvendiğim bir arkadaşımın önerdiği meyhaneye gittim. Meyhane Haliç kıyısında, Ayvansaray’daydı. Adı Balat Meze’ydi.

Balat, Fener, Ayvansaray, Haliç’in sınırları birbirinin içine girmiş, üç nazar boncuğu.

Balat Meze, Bizans’ın kara surlarının Yedikule’ye doğru dönüş yaptığı köşede.

Mahallenin geçmişi asırlar öncesine dayanıyor. Bir girişimci, buradaki harabeye dönmüş evleri teker teker satın almış. Bu satın alma işi yıllarca sürmüş.

Bu tarihi mahalledeki tüm evler aslına göre onarılmış. Kimisi otel, kimisi işyeri, kimisi de konut olmuş.

Meyhane bu işyerlerinden birinin ikinci katında. Haliç manzaralı.

Tüm semti anlatmadan önce biraz mezelerden bahsetmem lazım.

Klasik meyhanelerin vazgeçilmez mezelerinden biri olan söğüş dil, kekik, biraz sumak, kırmızı biber ile çok lezzetliydi.

Lakerdaya hayran kaldım. Damağımda eridi gitti adeta. Beyoğlu Balık Pazarı’nın ünlü lakerdacası Reşat Usta’dan alıyorlarmış.

Yaprak sarma, üstündeki vişnenin ekşisini içine çekip, doyumsuz olmuştu.

Peynir tabağına ayrı bir övgü düzmek lazım. Çünkü peynir tahtasının üstünde, Türkiye’nin en lezzetli peynirleri yer alıyordu: Dible Obruk, Kars gravyer, Bergama tulumu, Ezine beyaz peyniri,

Trakya’nın eski kaşarı. Peynirler de Türkiye’nin en iyi, en araştırmacı peynircisi Antre Gurme’den temin ediliyormuş.

Soğuklarda daha çok seçenek vardı ama çok şeyin tadına bakmak için noktayı erken koydum.

Ara sıcaklarda favorim kuzu ciğeri oldu. İncecik doğranan yaprak ciğerler, tavada, tereyağı, bol soğan ve dereotu ile kızartılmış, kekik ile tatlandırılmıştı.

Antakya mücveri öcce, mercimek köftesi, Kayseri tepsi mantısı, bonfile kıvamındaki ızgara dil tadına baktığım diğer ara sıcaklar oldu.

Sıcaklardan ise beğendili kuzu pirzola ile kokoreç istedim. Kokoreç, İzmir’in ünlü Asım ustanın kokorecini aratmıyordu.

Bir kaşık portakallı irmik helvası ile noktayı koydum.

Bu lezzetleri tadıp, rakımı yudumlarken, aklımdan geçmiş zamanın Haliç’i uçuştu gitti.

Ne zaman Balat'ın veya Fener'in sırtlarına çıkıp, etrafa bakacak olsam şunları görüyordum: Daracık sokaklar, çoğu yıkılmak üzere olan 3-4 katlı cumbalı, kagir evler. Bu yaşlı ve yorgun binalarda hâlâ yaşam sürüyor. Yaşayanlar, evlerinin kırığını döküğünü, renkli badanalarla örtmeye çalışıyorlar. Balkonlara gerilmiş iplerdeki yıpranmış, renkleri solmuş çamaşırlar, Haliç'ten esen rüzgarla uçuşup duruyor. Tüm bu manzaraya bakınca, Haliç'in yoksul bir semt olduğunu hemencecik anlıyorsunuz.

Haliç'in bugünü yoksul ama, geçmişi hiç de öyle değil. Tarihçi İlber Ortaylı'ya göre burası, "1500 yıllık tarihin sıkıştığı bir dünya tiyatrosudur." Özellikle Fener, sadece İstanbul'un değil, bütün Akdeniz dünyasının en önemli ve anlamlı mahallelerinden birisi.

ZENGİN YAŞAMLAR

Fener, Bizans döneminde limanın, kalabalık, gürültülü, eğlenceli, her türlü yasa dışı yaşamın sürdüğü bir semtti. Aynı zamanda da, bütün dünyayla kurulan ilişkilerin düğüm noktasıydı. Venedikli, Cenevizli tüccarlar, uzak Asya'dan ve Avrupa'dan gelenler, resmi veya gayri resmi işlerini burada hallederlerdi.

Yoksul görüntülere bakarak burada bir zamanlar, elçilik konaklarının, Cenova ve Venedik tüccarlarının, Rum zenginlerinin oturduğu, bütün Akdeniz dünyasının renk ve zevkini yansıtan şık evlerin bulunduğunu hayal etmekte insan zorluk çekiyor. Ama gerçek böyle.

İlber Ortaylı semti şöyle anlatıyor: "Fener, kabadayı kahvehaneleri, ünlü meyhaneleri, yedi iklim dört bucaktaki ülkelerin gelenekleri, dil kalıntılarıyla rengarenk bir semtti..."

Bu yoksul semtin geçmişinde sadece görkemli konaklar yoktu. İnsanları da çok değerliydi. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm dış ilişkilerini, bu mahallelerdi oturmuş olan Rumlar gerçekleştirmişti.

Bu sokaklarda büyümüş olan Fenerli Rumlar, Osmanlı devlet yapısı içinde önemli görevler almışlardı.

Pierre Loti, "Aziyade" adlı romanında bu güzelim mahalleleri yere göğe sığdıramıyordu: "Rumların Noel yortusuydu. Tüm Fener bir festival yeriydi sanki. Her boyda ve renkte lambalar ve kağıttan değirmenler taşıyan çocuklar kapıları çalıyor, davul sesleri seranatlara karışıyordu. Bizans zamanından kalma eski kapılar açıldığında, Paris elbiseleri giymiş genç kızlar beliriyor ve müzisyenlere bakır paralar atıyorlardı..."

Bu Haliç mahalleleri, insanları, konakları kadar eğlence dünyasıyla da ünlüydü.

Reşat Ekrem Koçu, İstanbul'un en önemli gedikli meyhanelerinin burada olduğunu belirtmiş, bugüne hiçbir izleri kalmayan bu eğlence yuvalarını şöyle sıralamıştı: Sukiyas, Gümüş Halkalı, Kamburoğlu, Tanaşaki, Sakızlı ve Kafesli.

Ayrıca 18. yüzyıl İstanbul'unun en büyük ve en meşhur gazinosu da Fener sahilindeydi.

ÇAPKIN BEYLER

Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi'nde bu gazinoyu şöyle anlatıyordu:" İstanbul'un, hovarda meşrep, çapkın beyleri, Kağıthane alemleri için burada toplanıp buluşurlar, kafayı çektikten sonra Fener iskelesinden kayık ve sandallara binip Kağıthane'ye giderlerdi. İstanbul'un en namlı hanende ve sazendeleri buraya gelip çalar, okurlardı. Şöhreti şehrin her tarafına yayılmış bir gazino idi..."

Bu kıyının meyhaneleri, gazinosu kadar bıçkın kayıkçıları da ünlüydü. O dönemde Haliç'te vapur seferleri yapılmadığı için, iki yaka arasındaki ulaşım kayıklarla sağlanıyordu.

Semtin şöhreti ve neşesi, 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra yavaş yavaş sönmeye başladı. Önce zengin Rum aileleri Yeniköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Tarabya ve Adalar'da yaptırdıkları köşk ve konaklara göç ettiler.

1940 yılından sonra da geride kalan Rumlar çekip gitti.

Onlardan boşalan yerlere, Anadolu'dan İstanbul'a göç edenler yerleşti. Bu üç mahalle, bundan sonra sosyal açıdan önemli değişimlere uğradı.

Giderek yoksullaştı, süslerini, eğlencesini teker teker yitirdi. Şimdilerde evler onarılıp, eski görkemli görüntülerine kavuşturulmaya çalışılıyor.

Eğer günün birinde Balat Meze’de iki tek atmaya niyetlenirseniz, erken gitmenizi, vakti kerahat gelinceye kadar semtin ara sokaklarında dolaşmanızı öneririm.